31 Aralık 2013 Salı

yeni yıl kedisi

bu sene yeni yıla kanepede uyuyarak girmesem daha iyi olacak galiba... belki bir muhabbet falan şeklinde girsem değişirim bu sene :) 2014'ten dileğim herkes gibi sosyalleşebilmek :)) sonra sırayla "ya bu aralar pek çıkmıyorum" dediğim insanlarlan görüşcem, 2015 gelir zaten o sırada :D

22 Kasım 2013 Cuma

vaka-i inhidam

Aklınızı yitirmek istiyorsanız Koruma ile uğraşabilirsiniz bence. Ama mümkünse kendi halinde, işini elinden geldiğince yapmaya çalışan bir memur olarak çalışın.
Yanınıza gelen yaşlı bir çifte binalarını yıkıp kat karşılığı apartman yaptırmalarının mümkün olmadığını tam 45 dakika anlatın ve sonra ertesi gün yine gelsinler. Siz "yasa böyle" dedikçe "fena mı olurdu, size de bir daire düşerdi" diyerek gülen bir teyze ve amcadan tiksinmek paha biçilmez! Sonra bu insanlar gidip "bunlar her şeyi yedi, götürdü" diye ona buna söylenecekler.
Sonra mesela bir mimar gelsin, anıtlar kurulunun içerisinde "yıkılabilir" ibaresi geçmeyen yarım yamalak kararıyla, yıkım ruhsatı istesin sizden. "bakın veremem, sonra beni yargılarlar, neden yetkimi aşıp böyle bir risk alayım" dediğinizde başlasın sesini yükseltip iş savsaklayan memur muamelesine. Ama sakin olun, çünkü sesiniz biraz yükselirse müdüre/ başkana şikayet eder, onlar da oy kaygısı ile sizi azar.
Ne bileyim sonra mesela her detayın bu kadar önemli olduğu bir alanda, hiçbir uzmanlığı olmayan mimarlar dandik dandik projeler çizsin, hiçbir malzemenin belirtilmediği, anıtlar kurulu denilen ve güya hocalardan, uzmanlardan oluşan güruh bu dandik projeleri onaylasın ve bu işe yine raportör mimara patlasın. Nasıl? Eski eserde kullanılamayacak malzemeleri gayet iyi bilen bu zavallı mimar, projenin dandikliğinden her türlü fırsatı yakalamaya çalışan piyasa mimarının sonsuz taciziyle mücadele etsin.
Ve en fenası, masasında oturup işini yaparken başka bir devlet dairesine kızıp gelen ve daha merhaba demeden hönkürmeye başlayan model: "Beni oradan oraya gönderip durdunuz, yeter!". Soruyorum nerelere gitmiş, kendi işiyle alakasız her odaya girmiş, insanlar kendi işleri olmayan bir konuyu bilmiyorlar diye sinirlenmiş, sonra yine alakası olmayan bir büroya, bana gelmiş, azar.
Yani çok uzun lafın kısası memurlar siz sorgusuz sualsiz taciz edin diye yok. Bir çoğu zaten yapmak zorunda olduğu işten mutsuz. Resmi süreçler size anlamsız gelse de o süreçteki bir hata için yargılanacak olan siz değilsiniz ve kapitalist kafanız her şeyin ultra hızlı yürümesini istiyor olabilir ama bir memurun başında "işi çok acil" olan onlarca insan var.
Evet anlıyorum, hepinizin işi çok acil ve hepiniz hızlı ve çok iş üretmek istiyorsunuz. Şimdi sizin için belediyeler yeniden yapılanıyor. Daha kısa sürede daha çok ruhsat çıkarmak için mesela...Ama sonra kendi işiniz düşmediği zamanlarda rant, sistem, hız karşıtlığı diye dır dır etmeyin olur mu?
Ay, insandan soğudum.

24 Eylül 2013 Salı

beceriksiz

hiç şüphesiz ki ben beceriksizim. bu kadar. bunun hakkında söylenebilecek çok bir şey yok... istediklerimiz ve yapabildiklerimiz örtüşmüyor işte. niyet hiçbir şey, dışavurum her şey. ben ise bu heyecan, panik ve adap bilmezlikle, hiç şüphesiz niyetimi dışavuramayacağım hiçbir zaman. kasmaya gerek yok. insan pusup oturmayı bilmeli. biz pusup oturmayı da iyi biliriz. bu da beceriksiz bir yazı oldu.

beğen

küçükken arabada hep kendi kasetimizi dinletmeye çalışırdık ya, o geldi aklıma birden. ne olacaktıysa sanki, o kaset takılsın ve beğenilsin isterdik. hiç beğenilmezdi ama. sonra da bizim beğenmediğimiz müzikler başlardı tekrar. biz de onların kasetlerine gıcık olurduk. belki bizim kasetimiz beğenilse biz de onlarınkini beğenirdik, kim bilir. ama hatır için bile dönmezdi bir tur. sonra kulaklık takmaya başladık belki de ve acaba bundan mı kendimizle bu kadar derdimiz olması ve diye düşündüm şimdi... hala sevdiğim bir şarkıyı "nasıl?" diye dinletmeye korkarım.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Biz hayata anlam katarken kedi uyuyordu...

Kendi mevcut sınırlarımı kavramış bilinçli bir ruh haliyle, bugün yatmadan şunlar yapılmış olacak dedim ve sanırım hedefe en çok yaklaştığım gecelerden birini tamamlıyorum. Kendimi "nereden bulaştım lan ben buraya?" dediğim tanzimat reformları hakkında yazarken bulmuş olsam da yıkılmadım, duruşumu bozmadan devam ettim hayatıma. Eh, hayatta bir duruşumuz olmalı değil mi? En azından bu kadarı elimizden gelen, kendimizi değerli ve başarılı hissedebileceğimiz ufak zaferler listesine girebilir. Zafer... Zafer kazanmak üzerine düşündüm sonra.
Bu akşam da küçük zaferler elde ettim; hedeflediğim kelime sayısını aştım mesela! Tezim kapsamında incelediğim dönem 20. yüzyıl başları ile günümüz arasını kapsarken benim hala Tanzimat reformlarından bu tarafa gelememiş olmam iç karartıcı görünse de "ama işin temelleri burada canım, sonrası çorap söküğü" diyerek muhteşem bir kendini kandırma performansı sergiledim. Hatta bunu da bir çay sigara ile kutladım.
Geberiyor olmam hiç komik değildi, zira kimse de gülmüyordu, ben dahil... Ama işte zamanı geçirmek için uyuma lüksümün olmadığı zor zamanlarda okuduğum bir kitapta yazar amcanın tüm Osmanlı arşivini makalesine dipnot yapışını falan düşündüm. "Ulan!" dedim, "adama bak 10 sayfa yazmış, 44 tane dipnot koymuş, her dipnottan bir makale daha çıkar!" Yahu, olan var olmayan var! Neyse ben de Osmanlıca öğreneceğim dedim -üç milyon seksen beşinci kere-! O an, evvel aklımın Osmanlıca seminerleri kayıtlarını kaçırmış olabileceğini düşündüm; "neyse, yarın bakarım" dedim unutmayı göze alarak. Şimdiden bu unutuşu yenilgiler hanesine kaydettim bile, rahatladım. "Oh be!" dedim, "kaybetmek güzel şey!" İnsan debelenmiyor, mesela tezden de atılsam böyle bir oh çekerdim belki. Ama işte umut dünyası...
Bir kaç kere daha word count yaptım, "yahu!" dedim, "aptal mısın be kadın? kaç kere sayacaksın?" Evet işte kendi standartlarında korkunç ama "artık.." dediğimiz yeni koşullarda günü kurtaracak kadar kelime üretmişsin.... Topu da "paraphrase" ama bunu da görmezden geldim. Olayları istediğin gibi görmek yetisi üzerine kasmaya karar verdim; çünkü olaylar görmek istediğimiz gibi olmamak konusunda epey kararlıydı. İstemek başarmanın yarısı, evet yarısı... Yarım şekerler biriktiriyorum; inanmak neyin yarısı onu pek bilmiyorum. Anlam yüklüyorum hayata, çalışmaya. Gece gündüz işimiz bu! Milyarlarca insan anlam yüklüyor ve sonuç bu yani, düşünün!
Ya hayat, cidden acayip anlamsızsın, biz olmasak ne yapacaksın? Al işte, bugün de şu yoklukta sana bir sürü saçma sapan anlam kattı insanlık. Vallahi seni biz var ettik, senin bize yaptığına bak. Neresinden baksan nankörlük!
Neyse dur ya, isyan yoktu, geç ergenlik falan, hepsi geçti. "Yaş oldu yirmi yedi. aklını başına topla" diyeceğim de, aklım hep başımdaydı yahu, sorun o değil mi zaten? Lütfen yazının gidişatının benliğimizi etkilemesine izin vermeyelim. Bizim aklımız hep yerli yerindeydi. hala da öyle.
Bu noktada insan çok şey bekliyor tabi, aklı başındalığa bir ödül falan olmalıydı 30'lara merdiven dayamışken, değil mi? Karşılıksız yaptığımızı söylediğimiz her an yalandı tabii ki, ben şahsen hayattan her çilenin karşılığını söke söke alacağımdan çok emindim!  Baudrillard'a göre hediye uzun vadede bir yerlere kanca atarmış. İnsanın içinden kopan her şey gelecek bir mutluluğa yatırımmış. Evet, kendisine atıfta bulunarak temelli bir isyan edebilirim şu noktada: "Boşuna mı aklı başında olduk be?!"
Peki, biz hayata epey yatırım yaptık da şimdi bile tuhaf yatırım yaptık demek. Yok, vazgeçtim. Zaten bir ısınamamıştım sana Baudrillard, tezime de koymayacağım işte, hıh!
Gecenin yarısı, hedefe ramak kaldı; tamamlanacak. çay içilecek, hiçbir şey beklenmeyecek ve uyunacak.
Tez bitecek, sonra "ee, n'oldu yani şimdi?!" denilecek...
Üzgünüm hayat, anlamların çok anlamsız... Yine de değerini bil, baya kasıyoruz kendimizi. Ama senin için değil, sabahları uyanabilmek lazım. Neden lazım deme, işler orada karışabilir ama lazım işte.
Kim demişti...uyku çok değerli, bütün gün onun için uyanık kalıyoruz diye; hah işte, kedi hep uyuyor hep bak, kedi biliyor!
Neyse, çay içeceğim şimdi. Tanzimat reformları ve çay, gecenin anlam ve önemi...

ne biçim adamsın lan Poe!

tüm cumartesi öğleden sonra balkonda oturup ağaca baktım durdum; ağacın tepesine tüneyen kuzgunlara. muhtemelen kargaydı onlar ama şimdi kuzgun olduğunu düşünmek sahneyi başka kılıyordu tabi. eğer onları kuzgun olarak kabul edersek akabinde bir sürü afilli düşünceye kaptırabilirdik kendimizi...eh öyle de oldu. en azından bazı şeylerin öngörülebilir olması içimizi rahatlattı.
neyse işte bütün gün kuzgun olduğuna kendimi ikna ettiğim kuşlara baktım durdum,
oysa ki Poe, "convinced myself i seek not to convince" demişti...olabilir ben kendimi çeşitli şeylere ikna ederim sık sık, sonra da ikna kabiliyetime hayran kalırım, bazen de ulan ne salağım hemen ikna oluyorum derim. olur böyle şeyler...Poe da kendini ikna etmiş olabilir; olsun, o da insan tabi...
ama sevgili Poe! bir şey var ki yanılıyorsun!
len bütün gün dinledim, yok! kuzgun olduğuna inandığım canlılar "nevermore" falan demedi. valla biri dese içeri girip oturacaktım sakin sakin. yok demediler, kandırıldım resmen! ama dedim yani bir gün dinledin sadece...kendimi buna ikna ettim, sonra çay koydum, bekledim...beklemek tuhaf bir haldir tabi, ama yok o esnada çoktan kuzgunların beni kandırmış olduğuna kendimi tekrar ikna etmiştim...
poe, sana inanmıyorum...zaten aşk hayatını okuduydum, kime ne boncuk dağıttığını kendin bile unuturmuşsun, öyle de bir adammışsın yani! gotik motik derken, karanlık, asosyal falan......neyse bu senin ve kadınların bileceği iş...hayırlısı...
ama şunu bil ki;
kuzgun "gaaak" diyor başka bir şey demiyor!

mandalina'nın isyanı: "kabuklarımı soymayın, parfüm kokuyor!"

önce parfüm vardı...sonra insan zar zor nefes alabilmeye başlamış diyorlar...
üsküdardan kadıköy'e yaptığım ufak seyahat boyunca yanımda oturan kadınla kavga edip durdum. tabi kimsenin herhangi bir duyu organı ile şahit olamadığı bir kavga idi bu. kavgalarım konusunda "kafa kırılır, tasının içinde kalır" prensibinden hiç şaşmadım. bu sebepten olacak, kadın ve ortalığa yaydığı ölümcül parfüm kokusu içerde olan bitenden hiç haberdar olamadılar, ne yazık! halbuki onların uğruna bir savaş vardı zavallı zihnimde! mesela yol boyunca defalarca dolmuştan indim, dünyanın en havalı postalarını koydum falan... kafatasımın içinde eşsiz bir kahramandım tabi, hıh! ne sandınız?
ama kahramanlığımın havasını atmak istemem, bu yüzden pek göstermiyorum kendisini. kişisel bir tercih yani, tamamen...
neyse, tüm bu gürültü patırtının içinde ben oturduğum yerden defalarca kalkıp kalkıp terkederken dolmuşu, kadın kokmaya, ben öksürmeye devam ettik. kendisi gibi kokan binlerce parfüm şişesi bozuntusu gibi onun da haberi olmadı bu durumdan. tekrar nefes alabilmem, öksürük krizinin geçmesi falan epey sürdü tabi.
hayallerimin yolculuğu değildi tabi, ama en büyük hayal kırıklığım olduğunu da iddia edecek değilim şimdi.
dolmuştan indiğimde tekrar nefes alabildiğim ilk an bir sigara yaktım, hayatıma biraz çelişki katmak istedim belki, bunu da yazarım şık olur diye düşünmüş de olabilirim. ya da basitçe, günde ortalama yirmi kere yaptığım bir harekete afilli bir şeymiş havası katmak istemiş de olabilirim. kim bilir, bilinçaltı...dur ben bu konuyu da bir açayım doktora dedim sonra;
"Dear Foucault! I let the sanitiy in, baby!
Dear Sanity, the floor is yours!"
dedim sonra. işte bu noktada da sanırım kendimi bulmuş olduğum yere afilli bir hava katmak istemiş olabilirim tabi...
bunları gerçekten sormalı mıyım ona? hmm...biraz daha düşüneceğim bu konu üzerine...
yok sormayayım, bu düpedüz işi sulandırmak olabilir, halbuki ciddi bir iş yapıyoruz burada!

Sevgili Burcu! Parfüm kokusu beynine ulaşmayı başarabilen ve ne işe yaradığından şu noktada pek emin olamadığımız oksijen miktarını hayli azaltmış olabilir ama sen yine de aklını başına topla!

dedim....çok güldü içimizdeki burcu, ama onu kendi haline bıraktık. atsan atılmaz, satsan satılmaz. böyle pörsüdü kaldı elimize, napcan??
neyse bu korkunç kendi haline bıraktık espirisi de patladıktan sonra artık oksijenle de çok işimizin kalmamış olduğunu düşünebiliriz...
vee, ben bunları yazarken kadın kokuyordu hala, inatla! başarılı! tabi dolmuştan inmiş gibi konuşmuş olsam da inmemiştim aslında. bunları yolda yazdım ama sonra da yazsam olan biten çok farklı olmayacaktı...
artık biliyoruz ki ne kadar yol yürürsek yürüyelim, yollar bize
"sevgili kadın! parfümün nefes alma özgürlüğümüze tecavüz ediyor" deyip, kapıyı çarpıp giden bir burcu vermeyecekti...
yol bitti...birileri kadının kokusunu sevecekti elbet, parfüm denen şeyin bu kadar para etmesinin beğenilerle desteklenen bir açıklaması vardı elbet...(ama bu kesin ucuz parfümdü, daha çok öksürttü, ıyyhhh ucuzcuuuu...:P)
ama nefes almak, beğenilerden önce...?? neyse, peki...
parfüm şişelerinde boğulasıcalar!!!
kadına bir halt diyemedim, inerken salak gibi öksürüğümü arttırıp mesaj kaygısıyla boğazımı acıtmak dışında! tüm bunları yazarken kulağımda müzik kalitesi sıfır bir ergen grup çalmakta idi, her cümle korkunç bir ergenlik çığlığı, böegh! yine de utanmadan dinliyordum o anda, koku iyice havasız bırakınca beynimi..bir de terapiye giderken ergenlik şarkıları falan...bu da mı acaba bilinçaltımın kurguladığı bir film sahnesinden ibaretti!
bunları düşünürken kulaklarım"beni dinleyin lan" minvalinde bir şeyler hönküren sesle irkildi, şşşt dur! öyle olmaz, her şeyi sakince...

"şey, sevgili hayat beni bi dinler misin? çok başını ağrıtmaya niyetim yok, şu koca evrende bir iğne ucu kadar yer kaplayacak bir kaç küçük isyanım var da, şey, yani...müsaitsen...?"

LÜTFEN DİKKAT! SİSTEMİN İSYAN ETMENİZ İÇİN TANIMLAMIŞ OLDUĞU ERGENLİK DENEN PARILTILI ÇAĞI KAÇIRMIŞ BULUNMAKTASINIZ! ŞİMDİ SUSUN VE OTURUN OTURDUĞUNUZ YERDE!

"şey...oturuyorum zaten de...bunun bir affı, geç kayıt dönemi ne bileyim bir add-drop haftası falan yok mu ki? mazaret, rapor falan???"

yok dedi, geçmişe dönük rapor kabul etmiyoruz...
hadi ya dedim. hani kaçırmamış olsam ne halt yiyecektimse?!

"sevgili kadın! parfümün nefes alma özgürlüğümüze tecavüz ediyor" deyip, kapıyı çarpıp giden bir burcumuz mu olacaktı? sanmam...

sonra parfüm kokusu iyice ciğelerime yerleşti...allahım! bu kavga hiç bitmeyecek mi, neden trafik var. eski burcu, nerdesin? in de yürü...yok ya, öyle pek hareket edemiyorum biliyor musun? hadi ya...bak baya katatonik hissiyatlarla trafiği sevdiğim bile olmakta...peki...
sonra hastanedeki kadın sordu;

"yaş kaç?"
"yirmialtı"
"peh!"

noldu? beğenemedin mi canım? dedim...tabi dedim derken, kafamın içine...kafamın içine!! hem istatistiklere pey uygunum, nabeer dedim...
sonra son durağa geldik, biliyorum az önce de gelmiştik ama insan bilemiyor ki ne zaman son durak olduğunu...diye bayık, iğrenç bir cümle kurmadım tabi...aklıma geldi yuttum!
ama hakikaten indim bu defa dolmuştan. kadıköyde bir dükkana girdim. mensubu olduğum sosyo-ekonomik sınıftan bir kadına göre ortalama bir ayakkabıyı karşılayacak paradan daha az bir miktarı çeşitli boya kalemlerine yatırdım. bunu yaparken de çevremdeki kadınlardan farklı olduğumu vurgulamak istedim belki hayata karşı. ama bu farklı kadınlardan baya vardı tabi, olsun onlar da böyle şeyler yapıyorlardı...
terapiye de gittiğime göre baya baya sınıfsal sorumluluklarımı yerine getiriyordum...
neyse işte sonra doktora ulaştım..tüm bunlardan bahsetmekten vazgeçtim. birazcık saçmalık saklamaya karar verdim kendime...kabuklarımı soyuyoruz, mandalina gibi...korkuyorum, kadınların parfüm kokularından ve olan biten her şeyden...
parfüm şişelerinde boğulun inşallah! öldürdünüz lan beni!

"sevgili doktor, ölecek miyim?"
"yok, bununla savaşmanın yollarını bulacağız."
"hadi ya...kendi elimle kendimi..."

neyse sevgili doktor, biz kediylen evde bekliyoruz, bir gün devrim eve gelecek, bizimle çay içecek, inanıyoruz!